İNSAN Ve KALEM

insan ve kaleme dair

29 Aralık 2013 Pazar

,

Toprak, sevdiklerimizi aldığı için mi böyle güzel kokar? *Turgut Uyar

,
Değişir rüzgarın yönü
Solar ansızın yapraklar;
Şaşırır yolunu denizde gemi
Boşuna bir liman arar;
Gülüşü bir yabancının
Çalmıştır senden sevdiğini; 
 İçinde biriken zehir
Sadece kendini öldürecektir;
Ölümdür yaşanan tek başına
Aşk iki kişiliktir.
—  Ataol Behramoğlu

5 Kasım 2013 Salı

,

Arkadaşlık ve dostluk


Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermis. " arkadasların ile tartısıp kavga ettigin zaman her sefer bu tahtaperdeye bir çivi çak" demis.Genç, birinci (ilk) günde tahtaperdeye 37 çivi çakmıs. sonraki haftalarda kendi kendine kontrol etmeye çalısmıs ve geçen her günde daha az çivi çakmıs.Nihayet bir gün gelmis ki hiç çivi çakmamıs. Babasına gidip söylemis. Babası onu yeniden tahtaperdenin önüne götürmüs. Gence "bugünden baslayarak tartısmayıp kavga etmedigin her gün için tahtaperdelerden bir çivi çıkart (sök)"demis.Günler geçmis. Bir gün gelmis ki her çivi çıkarılmıs. Babası ona "aferin iyi davrandın ama bu tahtaperdeye dikkatli bak. Artık çok delik var. Artık geçmisteki gibi güzel olmayacak" demis. Arkadaslarla tartısıp kavga edildigi zaman kötü kelimeler söylenilir. Her kötü kelime bir yara (delik) bırakır. Bir çatalı bir arkadaşına sokabilirsin ve çıkartabilirsin, Arkadasına bin defa kendisini affettigini söyleyebilirsin ama bu delik aynen kalacak(kapanmayacak). Bir arkadas ender bir mücehver gibidir. Seni güldürür yüreklendirir sen ihtiyaç duydugunda yardımcı olur seni dinler sana yüregini açar" demis. 

19 Ekim 2013 Cumartesi

,

Bir zamanlar, büyük bir dağda kartallar yuva yapmışlar. Bir kartal da 4 tane yumurtası ile bu dağda yaşıyormuş. Bir gün bir deprem olmuş ve yumurtalardan bir tanesi dağdan yuvarlana yuvarlana vadide yer alan bir çiftliğe kadar düşmüş.

Bu çiftlik bir tavuk çiftliğiymiş. Çiftlikteki tavuklar, bu değişik ve normalden büyük yumurtayı sahiplenmeye karar vermişler. Yaşlı bir tavuk bu yumurtayı ve içinden çıkacak yavruyu, koruması altına almış.

Bir gün, küçük kartal doğmuş. Çevresinde tavukları görmüş ve kendini bir tavuk zannetmiş. Bütün tavuklar da ona bir tavuk gibi davranmışlar. Ailesini de çok seviyormuş. İçinden, bazen, “ben kimim?” sorusu geçiyormuş.

Ama o bir tavukmuş. Bunu böyle bilmeliymiş.

Birgün çiftlikte oyun oynarlarken, yukarı baktığında bir grup kartalın özgürce uçtuklarını görmüş. "Aman Allah’ım, ne kadar güzel uçuyorlar. Ben de onlar gibi uçmayı çok isterdim" demiş. Tavuklar, bu düşünceye hep birlikte gülmüşler.

"Sen bir tavuksun ve tavuklar uçamazlar" demişler.

Küçük kartal, artık daha sık gökyüzüne bakıyor ve uçan kartallar gibi uçmak, özgür olmak istiyormuş. Ne zaman bu düşüncesinden arkadaşlarına, ailesine bahsetse, hep şu cevabı alıyormuş. "Sen bir tavuksun. Bırak bu hayalleri."

Zamanla, küçük kartal da bu düşünceyi kabul etmiş. Hayal kurmaktan vazgeçmiş ve hayatını bir tavuk olarak yaşamaya karar vermiş. Ve hayatının sonu geldiğinde de bir tavuk olarak da ölmüş.

Kıssadan hisse: Ne olduğunu düşünürsen, o olursun. Eğer, hayatınızın herhangi bir zamanında, kartal olma hayalini kurarsanız, hayallerinizi takip edin. Tavukların sözlerini değil.

Devamı şurada https://www.facebook.com/HAYATOKULUNASENDEKAYDOL

2 Ekim 2013 Çarşamba

,
Hayat Vuracak Sen Kalkacaksın !!!

Kolay geçmiyor ömür dediğin. Kim bilir kaç darbenin izidir gözün kenarında toplanan çizgiler? Her yaşam bir öykü olabilir biraz akıllıysa senaryoyu yazan.

Hayat Vuracak Sen Kalkacaksın!

Öyle basit değil yaşamak! Her şeyden önce bir amacın olacak. Avarelikse o da kabulüm çünkü avare olmak da zor iştir.
Hep koşturmayla geçecek günlerin. Bazen birbirini o kadar takip eden o kadar sıradan zamanlar geçireceksin ki; tarihin karışacak. Hangi güne uyandığını hatırlayamayacaksın Salı zannettiğin aslında Perşembe olacak. O zaman anlayacaksın ki kendini tekrar ediyorsun!
Aklının zilleri çalacak! Diyeceksin ki neden durduğum yerde dönüyorum koşmak varken? Boşa geçirilen bir ömrün ardından öylece durup baktığını anlayacaksın. Anlamazsan ne olur? Hiç! Sen hep Perşembe günlerini Salı zannedersin. Kağıt üstüne atılmış tarih hatasından başka hiçbir şey sana yanlış gelmez.
Mutlaka bir amacın olacak ama saçmalamayacaksın. Lotodan para beklemek amaç değildir. Yürünecek bir yolun olacak. Sırt üstü yatarak yaşamanın büyüsüne kanmayacaksın çünkü hiç öyle bir hayatın olmayacak.
Bir inancın olacak! İçi boş küfe gibi hayatın kıyısında durmayacaksın. Muhteşem bir sesin olduğuna Picasso gibi resim yaptığına en iyi anne olduğuna veya canın neye istiyorsa ona inanacaksın. Öyle kuru inanç işe yaramayacağı için direnecek ve çalışacaksın. Kendini yetiştireceksin azimli olacaksın.

Yan komşunla iş arkadaşınla beğendiğin adamın sevgilisiyle yarışmayı bırakacaksın. Kendinle olacak savaşın kendini geçmeye uğraşacaksın. Aklının güzelliğine takacaksın kafayı burnuna değil. İçindeki boşlukları güvensizliğini neşterle dolduramayacağını anlayacaksın.
Ailene ve dostlarına; seni üzen sevgili olduğunu sandığın acı veren tiplerden daha çok zaman ayıracaksın. Ayıracaksın çünkü gerçekten sevildiğini hissettiğin yer onların yanı olacak. Gazete kitap okuyacaksın. Dünyayı ülkeni çevreni bileceksin. Kendini ne pahasına olursa olsun geliştireceksin.
Konuşmadan ve yapmadan önce mutlaka düşüneceksin. Enerjini zamanını ve paranı sömürenlerden uzak duracaksın. Gerçek sevgiyi arayacaksın. Ararken mutlaka yanılacak kırılacaksın. Yanlışlarınla öğreneceksin. Her önüne gelene salya sümük aşık olmayacaksın. Mantığını ve sağduyunu elden bırakmayacaksın.


Bunların hiçbiri kolay olmayacak. Avuçların kanayacak kolların çizilecek gözlerin dolacak. Hayat sana vuracak sen ayağa kalkacaksın. Bir daha vuracak bir daha kalkacaksın. Yığılmayacaksın yıkılmayacaksın. Kendine ideallerine sözlerine sahip çıkacaksın. Arkasında duracaksın hayallerinin. Ne kadar çelme taksa da hayat sana kalkacaksın! Çünkü yaşamanın tadına ancak o zaman varacaksın ...
,
Sorumluluklar Bittiği An Mazeret Kapilari Açilir
Birgün işyerinde dışarıdan geçen arabaları izliyordum. Şirketim biraz şehirden uzak ve birazda kendi sesi dışında sakin bir yer oluyordu. Düşüncelerde nerde olduğumu bana sormayın. Aklım bir yerde takılı kalması için yer yer ve zaman zaman düşünürüm ve düşünceden düşünceye geçerken insanların hareketleriniz izlerim. O
an çevremde kimse yoksa düşünürken gözlerimi kapatırım ve dünleri düşünmeye
başlarım. Böyle bir düşüncelerin içindeyken bir dost geldi omzuma dokunarak;


- Abi kimler mazeretlere başvurur!
dedi ve gitti. Gerçekten aklıma güzel bir düşünce
konusu oluşmaya başladı.


Gerçekten
kimler mazeretlere başvurmaktadır? Kimler bahaneleri bir güç gibi kullanabilir?
Kimler mazeretsiz duramazlar? aklıma gelen sorulardı. Bana kalırsa başarıyı
yakalamayan insanların avunmak istediği an mazaretleridir. Mazaretsiz
yaşayamazlar. Onların ardında bir güç ve yaslanıp nefes aldığı tek şey budur.
Yaptığı işlerde başarıyı elde edemezler ama bir yığın dağ gibi bahaneler
üretir. Genelde söyledikleri kelimelerle karşındaki ve yanlarında bulunan
insanları ezici ve kirletici sözlerle tahrik ve hakaret ederler. Aslında bir
yandan başarısızlıklarını bir nebze kapatamazlar. Başarısızlık kimine göre
yenilgi, kimine göre bir kamçıdır. Aslında başarılı olmadığım için daha fazla
çalışması gerekmektedir. Ama en kolayı olan nedir. Karşımızdaki insanları
karalamaktır. Mazeret kapısını açar ve bahanelerin altına gizlenir.


Genelde bazı
insanlarda bahaneleri bir güç olarak kullanır. Benim yapmamıo istiyorsan şu
şartları yapman gerekir. Bir ilişki de bile insan sorumluluk almak istemiyorsa
bahaneler üretir. Bu bir kendini geri çekmek ve kendini sorumluluklardan uzak
tutmak istemesidir.İstese bir insan sorumluluklarına sahip çıkar ve bahanesiz
bir hayatı kucaklar. Sorumluluklar bizim hayatımızı güzel hale getirir aslında.
Ama biz bunlarla uğraşacağımıza en güzel bahaneleri üretir ve canımızın
istediğini yaparız. Nasıl olsa sorumluluk yok ya, bahanemizi üretir ve
hayatımızın bize getirip verdikleriyle yaşarız. Bahaneler sorumluluktan
kaçanların kurtarıcısıdır.


Bunları yapan
insanlar, işyerinde çalışırken çevresindeki insanların gözünde şirin ve şeker
görünmek ister. Bak o yapamadı ama bahanesi vardı diye telafuz edilmesini
ister. Başarısızlığı kendine kabul etmeyenlerin yeganesi mazeretlerdir. Bir
ilişki de kendi kafasına göre davranmak ve tamam seviyorum sen benim
sevgilimsin diyen insanların kurtarıcısıdır. Bahaneler genelde korkak
insanların güç aldığı ve cesaretlendiği unsurlardır. Ne zaman SORUMLULUKLAR
BİTTİ, O ZAMAN BİZİM MAZERET KAPILARIMIZ AÇILIR.......

26 Eylül 2013 Perşembe

,
Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Yaşamındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi.
Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.

- ‘Tadı nasıl?’ diye soran yaşlı adama öfkeyle:
- ‘Acı’ diye cevap verdi. Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:
- ‘Tadı nasıl?’ ‘Ferahlatıcı’ diye cevap verdi genç çırak.
- ‘Tuzun tadını aldın mı?’ diye sordu yaşlı adam, ‘Hayır’ diye cevapladı çırağı. Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:
- ‘Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış.’
,

Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi’nden başarılı dönmüştü. Bütün halk toplanmış
onu şehre girerken alkışlamak için sabırsızlanıyordu. Ama Padişah, gece olmadan şehre girmek istemiyordu. Bunun sebebini herkes merak ettiği halde hiç kimse sormaya cesaret edemiyordu.
Sonunda büyük alimlerden olan İbni Kemal:
“Padişahım, bir maruzatım var,” dedi.
Padişahın:
“Efendi, ne istediğin varsa hiç çekinmeden söyle,” demesi üzerine İbni Kemal cevabı merak edilen soruyu şöyle sordu:
“Askerler merakta, bütün halk sokağa dökülmüş, sizi alkışlamayı beklerken siz hala şehre girmezsiniz. Bunun sebebi hikmeti nedir?”
Yavuz şu şahane cevabı verdi:
“Efendi, sen bizi hala tanıyamadın mı? Biz; şan, şöhret ve alkış toplamak için değil,
Allah rızasını kazanmak için savaşırız.”
,
Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar. İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için. Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlar ki, su’ya aşık olmuştur. İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar, “Sırf senin hatırın için ey su” diye… Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı birşeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki, çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.

Günler ve aylar birbirini kovalalar ve çiçek acaba “Su beni seviyor mu?” diye düşünmeye başlar. Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle… Halbuki çiçek, alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz. Çiçek, suya “Seni seviyorum der. Su, “Ben de seni seviyorum” der. Aradan zaman geçer ve çiçek yine “Seni seviyorum” der. Su, yine “Ben de” der. Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler… Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz etrafa ve son kez suya “Seni seviyorum.” der. Su da ona “Söyledim ya ben de seni seviyorum.” der ve gün gelir çiçek yataklara düşer.
Hastalanmıştır çiçek artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin. Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine… Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla başını döndürerek çiçek, suya der ki; “Seni ben, gerçekten seviyorum.” Çok hüzünlenir su bu durum karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır nedir sorun diye…
Doktor gelir ve muayene eder çiçeği. Sonra şöyle der doktor: “Hastanın durumu ümitsiz artık elimizden birşey gelmez.” Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir bakar suya ve der ki: “Çiçeğin bir hastalığı yok dostum… Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için” der.
Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece “Seni seviyorum” demek yetmemektedir.

Asim Yildirim - CENNETİM OLUR MUSUN?


19 Eylül 2013 Perşembe

,
Genç adamın biri, dermiş babasına her gün; “Benim de dostlarım var, sendeki dost gibi” Baba, itiraz eder... Olmaz öyle çok dost, hakikisi belki bir, belki iki. Fazlasını bulamazsın gerçek, hakiki... Devam eder durur konuşma... Aralarında başlar bir tartışma. Karar verirler bir sınava. Dostun hakikisini anlamaya... Bir akşam bir koyun keserler, Ve koyarlar çuvala. Baba der ki oğluna, 'Hadi al bu çuvalı, şimdi götür dostuna'. Çuvaldan kanlar damlamakta! Sanki öldürmüşler de bir adamı, koymuşlar çuvala. Dıştan böyle sanılmakta. Delikanlı sırtlar çuvalı, Gider en iyi bildiği dostuna, çalar kapıyı. O dost, bakar ki bir çuvala hem de kanlı, Kapar hızla kapıyı delikanlının suratına, almaz içeri arkadaşını, böylece tek tek dolaşır delikanlı, kendince tanıdığı, sevdiği dostlarını. Ne çare, hepsinde de sonuç aynıdır. Evlat geriye döner. Ama içten yıkılır... Babasına dönerek; “haklıymışsın baba” der. “Dost yokmuş bu dünyada ne sana, ne de bana. Baba 'Hayır Evlat 'der, benim bir dostum var bildiğim. Hadi, çuvalı alda bir kerede git ona. Genç adam, çuvalı sırtlar tekrar. Alnından ter, çuvaldan kanlar damlar... Gider, baba dostuna. Kabul görür, sevinir. O dost, delikanlıyı alır hemen içeri. Geçerler arka bahçeye. Bir çukur kazarlar birlikte, Çuvaldaki koyunu gömerler adam diye, Üzerine de serpiştirirler toprak. Belli olmasın diye dikerler sarımsak... Genç adam gelir babasına; 'Baba, işte dost buymuş' diye konuşunca, Babası; 'daha erken, o belli olmaz daha. Sen yarın git O'na, çıkart bir kavga, Atacaksın iki tokat, hiç çekinmeden ona, işte o zaman anlaşılacak, dostun hakikisi. Sonra
gel olanları anlat bana...' Genç adam, aynen yapar babasının dediğini.. Maksadı anlamaktır dostun hakikisini, babasının dostuna istemeden basar iki tokadı! Der ki tokadı yiyen DOST; 'Git de söyle babana, Biz Satmayız Sarımsak Tarlasını Böyle İki Tokada!’ Hakiki Dost Sevilecek biri olmadığın zamanlarda bile Seni Sevmeli... Sarılacak biri olmadığın zamanlarda bile Sana Sarılmalı... Dayanılmaz olduğun zamanlarda bile Sana Dayanmalı... Dost dediğin; Bütün dünya seni üzdüğünde Sana moral vermeli. Güzel haberler aldığında seninle dans etmeli, Ve ağladığında, seninle ağlamalı... Ama hepsinden daha çok; Dost matematiksel olmalı; Sevinci çarpmalı... Üzüntüyü bölmeli... Geçmişi çıkarmalı... Yarını toplamalı... Kalbinin derinliklerindeki ihtiyacı hesaplamalı... Ve her zaman bütün parçalardan daha büyük olmalı... İşi bitince seni bir tarafa atmamalı...

14 Eylül 2013 Cumartesi

,

  Ömür boyunca aramak.. Yalnız seni aramak. Paslı teneke kutularda, küf kokan dolaplarda, çerçevelerde, tenhalarda, sonra vapurlarda, trenlerde hep seni aramak. Belki bu şehirde değilsin. Ne çıkar? Seni arıyorum ya. Belki de aynı sokakta evlerimiz, sabahları beni görüyorsun işime giderken. Sonra akşamı bekliyorsun, alacakaranlığı… Beni bekliyorsun ya da bir başkasını, bir başkasını.


 Hiç gel demeyeceğim sana. Aramak neredeyse ben oradayım. Ayaklarım ne güne duruyor? Yok yok birden karşıma çıkma. Kaç, saklan. Seni aramak istiyorum.


 Git bu şehirden haydi git. Dağlara çık, o uzak dağlara. Rüzgârların krallığında hüküm sür. Baktın ki oraya da geldim yine kaç. Başını al, açıl denizlere. Gemilerin en güzeli, en büyüğü dilediğin limana götürmeli seni, dilediğin yerde demir atmalı. Ben küçük bir balıkçı kayığı ile peşinden gelsem yeter. Seni arıyorum ya!


 Bir yıl, beş yıl, on yıl değil; beşikten mezara kadar aramalı insan, ama ne aradığını bilmeli. Yaklaşıp uzaklaşmalı aradığından. Okyanus dalgaları üstünden bir küçük tekne gibi alçalıp yükselmeli. Yalınayak koşmalı yollarda, ayaklarını sivri taşlar kesip kanatmalı. Çöllerden geçmeli yolu, yanmalı, kavrulmalı. Sonra gözün alabildiğine ak, soğuk ülkelere düşmeli. Buzlar kırılmalı ayaklarının altında, üstüne kar yağmalı.


 Bir gün bulacaksam bile parça parça bulmalıyım seni. Ayaklarını Afrika’dan getirip bir kâğıt üzerine yapıştırmalıyım, saçların Sibirya’da olmalı, dudakların Çin’de. Gözlerin Hindistan’da bir mabudun gözleri olmalı, ellerin İtalya’da bir heykelin elleri. Bulsam da seni parça parça bulmalıyım.


 Yine de bir yerin eksik kalmalı.


 Yeniden yollara düşmeliyim, onu aramalıyım.


 Ve tam seni tamamladığım anda ölmeliyim


 ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN
,
Babasının bakkala götürdüğünde mutlu olanlar çocuklar gibiydim kalbim beni yanına sürüklediğinde. Hersey cocuksu tozpembe ilerisini hiç düşünmeden o anki mutluluk vardı yüreğimde.
Aslında biraz da hüzün,acı.. Sanki babam istediğim şeyi almamıştı. Beni ucuz bir çikolatayla avutmuştu. Ama onun mutluluğuyla istediğimi alamadığımı unutmuştum o an. İstediğim tamamıyla sendin aslında. Seninle 24 saatimi geçirmek ve senle ölmek. Oysa hayat sadece seni gösterip geri çekmişti ve sadece o aşkı vermişti bana.. Kimbilir belkide bunu yaşayabilmek de bir ayrıcalıktı. Seni tek taraflı sevebilmek de...

Babamın hergün aldığı ucuz çikolataları yemenin verdiği mutluluk gibi alışmıştım seni sevmeye. Bir süre sora yetmez oldu, daha iyisini daha pahalısını istedim. Senin tam anlamıyla benim olmanı istedim.Ama hayat istemedi bunu yada sen. Çikolatalarımdan bir haz alamaz oldum. Nerden bilebilirdimk i bakkalın tarihi geçmiş çikolata sattığını? Nerden bilebilirdim ki hayatın beni tarihi geçmiş, senin gözünde değeri olmayan bir aşkın içine sürüklediğini.. Çikolataların beni zehirlediğini..

Anlıyorum şimdi babamı. Bize pahalı gelirmiş, öyle şeyler bünyemiz kaldırmazmış, günübirlik aşk dedikleri şeyi bizimkisi herkesin aldığı güzel çikolatalar değilde tarihi geçmiş sewdalardan başkası değilmiş. Sen hergün farklı bir çikolata yemeye dewam ederken bizim hala o eski çikolatalayı yememizmiş hergün dahada zehirlenmemizmiş. Birgün tarihi geçmiş bir çikolata yeyip zehirlenmemen dileğiyle..

23 Ağustos 2013 Cuma

,
Ninesini bir mektup yazarken izleyen çocuk sordu:

- "Yaşadıklarımız için bir hikaye mi yazıyorsun? Yoksa benim hakkımda mı?"

Ninesi yazmayı kesti ve torununa şöyle dedi:

- "Aslında, senin hakkında yazıyorum.. Fakat kelimelerden daha önemlisi, kullandığım Kurşun Kalem. Umarım büyüdüğünde sen de bu kurşun kalem gibi olursun."

Çocuk merakla kurşun kaleme baktı... Özel bir kalem gibi görünmüyordu.

- "Fakat daha önce gördüğüm diğer kurşun kalemler ile aynı!"

- "Bu, senin nasıl baktığın ile alakalı. Kurşun Kalemin 5 önemli özelliği vardır, ki sen onlara sıkıca tutunduğunda ömrün huzur içinde geçecektir."

Birinci özellik: Harika şeyler yapabilirsin ama attığın adımları yönlendiren bir el olduğunu asla unutma.

Bizim için bu el Allah dır ve her zaman kendi kudretiyle bizi O yönlendirir.

İkinci özellik: Zaman zaman her ne yazıyorsam durmam ve kalemin ucunu açmam gerekir.

Bu kaleme biraz acı çektirse de sonuçta daha sivri olmasını sağlar.

Bu yüzden bazı acılara göğüs germeyi öğrenmelisin, bu acılar seni daha iyi bir insan yapar.

Üçüncü özellik: Kurşun kalem, yanlış bir şey yazdığında bunu bir silgiyle silmene her zaman olanak tanır.

Yaptığımız bir şeyi sonradan düzeltmenin kötü bir şey olmadığını anlamalısın, aksine bu bizi adalet yolunda tutmaya yarayan en önemli şeylerden biridir.

Dördüncü özellik: Kurşun kalemin en önemli kısmı, kalemin yapıldığı ahşabı ya da dışarı yansıyan şekli değil, içerisinde yer alan kurşunudur. O yüzden her zaman kendi içine bakmalı, en çok onu korumalısın.

Beşinci özelliği ise her zaman bir iz bırakmasıdır.

Aynı şekilde sen de hayatta yaptığın her şeyin bir iz bırakacağını bilmeli ve her hareketinin farkında olmalısın.

21 Ağustos 2013 Çarşamba

,

Aşk Engel Tanır mı? (Kısa Film)


,
Bir adam okyanus sahilinde yürüyüş yaparken, denize telaşla bir şeyler atan birine rastlar.
Biraz daha yaklaşınca bu kişinin, sahile vurmuş deniz yıldızlarını denize attığını fark eder ve;
“Niçin bu denizyıldızlarını denize atıyorsun?” diye sorar.
Topladıklarını denize atmaya devam eden kişi
“Yaşamaları için” yanıtını verince, adama şaşkınlıkla;
“Iyi ama burada binlerce denizyıldızı var. Hepsini atmanıza imkan yok. Sizin bunları denize atmanız neyi değiştirecek ki ?” der.


Yerden bir denizyıldızı daha alıp denize atan kişi;
“Bak onun için çok sey değisşti,” karşılığını verir.


Yapabileceklerinize sınır koyan zihindir! Sınırları Kaldırın!

 

20 Ağustos 2013 Salı

16 Ağustos 2013 Cuma

,




Affetmek 

Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklife bulunur:
“Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?’

Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. 

"O zaman" der öğretmen :  "Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin" 

Öğrenciler bunu da yaparlar. 

"Şimdi yarınki ödevlerinize hazır olun.Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!" 

Öğrenciler, bu işten pek bir şey anlamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdı. 

Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: 

"Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını patatesin üzerine yazıp torbaya koyun." 

Bazı öğrenciler üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzını kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine: 

"Peki şimdi ne olacak?" der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: 

"Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız.Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde hep yanınızda olacaktır.'         

Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar: 

"Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor." 

"Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık. Hem sıkıldık, hem yorulduk." 

Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: 

"Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir iyilik olarak düşünüyoruz. Halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.'


7 Ağustos 2013 Çarşamba

,
Adam yorgun argın eve döndüğünde 5 yaşındaki çocuğunu kapının önünde beklerken buldu. çocuk babasına, “Baba bir saatte ne kadar para kazanıyorsun” diye sordu… Zaten yorgun gelen adam, “Bu senin işin değil” diye cevap verdi. Bunun üzerine çocuk “Babacım lütfen, bilmek istiyorum” diye üsteledi. Adam -İlla da bilmek istiyorsan 20 milyon” diye cevap verdi.. Bunun üzerine çocuk “Peki bana 10 milyon borç verir misin” diye sordu. Adam iyice sinirlenip, -Benim senin saçma oyuncaklarına veya benzeri şeylerine ayıracak param yok. Hadi, derhal odana git ve kapını kapat” dedi. çocuk sessizce odasına ç;ıkıp kapıyı kapattı.Adam sinirli sinirli;”Bu çocuk nasıl böyle şeylere cesaret eder.” diye düşündü. Aradan bir saat geçtikten sonra adam biraz daha sakinleşti ve çocuğa parayı neden istediğini bile sormadığını düşündü, “Belki de gerçekten lazımdı”…Yukarı çocuğunun odasına çıktı ve kapıyı açtı… Yatağında olan çocuğa,”Uyuyor musun” diye sordu. Çocuk “Hayır” diye cevap verdi… -Al bakalım, istediğin 10 milyon. Sana az önce sert davrandığım için üzgünüm. Ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim” dedi… çocuk sevinçle haykırdı, “Teşekkürler babacığım”… Hemen yastığının altından diğer buruşuk paraları çıkardı. Adamın suratına baktı ve yavaşça paraları saydı. Bunu gören adam iyice sinirlenerek, “Paran olduğu halde neden benden para istiyorsun?… Benim, senin saçma çocuk oyunlarına ayıracak vaktim yok” diye kızdı… çocuk “Param vardı ama yeterince yoktu ” dedi ve yüzünde mahcup bir gülücükle paraları babasına uzattı; “İşte 20 milyon… Şimdi bir saatini alabilir miyim babacım?…” Lütfen sevdiklerinize ve size ihtiyacı olanlara zaman ayırın…
,

Günümüzde geleneklerimizden,göreneklerimizden,törelerimizden uzaklaştığımız hepimizin malumudur.Bir çok şey belki unutulup gitmiştir.Unutulup giden şeylerde pek aramadıklarımız vardır.Ama küçüklerin büyüklerine olan saygısı,büyüklerin küçüklerine olan sevgisi azalınca bize has olmayan manzaralar ansızın kırlarda biten mantarlar gibi göze batıyor,hoş olmuyor malesef.Hepimiz dert yanarız”zamane gençleri,büyüklere saygısı yok”diye.En çok toplu taşıma araçlarında karşımıza çıkar bu durumlar.İhtiyar kadın erkek otobüse biner yer yoktur,oturmuş olan karış kadar çocuklar yer vermezler…
Peki nedendir ? Kaç kişi evinde çocuklarına “aman ha büyükleinize saygılı olun” diye nasihat ediyor.kaç büyük kendinden yaşlılara hürmet ediyor.İğneyi kendimize batırmamızın zamanı gelmedimi ? Yaşlı insanların küçük çocuklardan saygı görmesi için hangi yatırımı yaptı ?
sanırım kocaman bir sıfır aldık hepimiz…
Oysa nadir de olsa kendine yer veren bir küçüğe,bir öğrenciye”çok teşekkür ederim evladım”dese “senin adın ne bakayım”….ne güzel bir isim dese…inanın o küçük yavru bir daha o ihtiyarı gördüğü anda yer verecektir.Veya başka bir şekilde yardım edecekti.Ama öyle olmuyor.İhtiyar biniyor,onun aklınca her kendisinden küçüğün yeri onun olmalı.Yer verenlerede sanki ödünç almış gibi hiç ses etmiyor…olmuyor ey ihtiyarlar olmuyor..bir teşekkür …zahmetsiz,sermayesiz..lütfen,kendinizi alıştırın.teşekkür etmeyi öğrenin

26 Temmuz 2013 Cuma

,

Çok eski zamanlarda çok uzaklarda bir ülke vardı. Dağların arkasında yemyeşil bir ovaya kurulmuş, insanların yüzünden gülücük eksik olmayan, pırıl pırıl bir ülkeydi burası. Bu ülkenin insanları şimdi her zamankinden daha mutluydular. Çünkü yıllar sonra padişahlarının nihayet bir çocuğu olmuştu.
Nur topu gibi, güzeller güzeli, elleri yumuk yumuk, yanakları al al bir kız bebek. Kurbanlar kesildi, günlerce ziyafetler verildi, eğlenceler yapıldı. Günler günleri kovaladı, yıllar yılları. Güzelliği dillere destan bir prenses olmuştu o minik kız. Civar ülkelerden her gün bir haberci geliyor, ya prenslerinin ya krallarının hediyelerini sunuyorlar, evlenme tekliflerini iletiyorlardı.

Prenses mutluydu, babası üstüne titriyor, aman kızım, diyordu, acele etme karar vermekte. Bakalım zaman ne gösterir…

Padişah bir gün âdeti olduğu üzere tebdil-i kıyafet, ülkesini gezmeye çıktı. Akşama kadar halkının arasında dolaştı. Ne aç bir insana rastladı ne bir dertliye ne de bir kimsesize. Sevinç içinde sarayının yolunu tuttu.

Dönüşte ırmağın kenarında oturan bir ihtiyar uzaktan dikkatini çekti. İhtiyar, yerden aldığı taşları birbirine bağlıyor, bir şeyler söyleyip ırmağa atıyordu. Padişah yaklaştı, selam verdi ve sordu:

- Hayırdır ihtiyar, ne yapıyorsun böyle?

- Kısmetleri birbirine bağlıyorum, dedi ihtiyar adam.

Padişah güldü:

- Öyle mi, şu attığın kimin kısmetiymiş bakalım?

- O mu? O padişahın kızıyla, uşağı Ahmet’in kısmeti…

Saraya döndüğünde bir sıkıntı bastı padişahı. Böyle bir şey olabilir miydi? Kısmetleri birbirine bağlamak… Şu zenci uşak ve güzeller güzeli prenses… Gözününbebeği yani, canı, ciğerparesi, sevgili kızı… Olmaz öyle şey, dedi, ama şüphe kurdu düşmüştü bir kez içine. Sabaha kadar uyuyamadı. Sağa döndü, sola döndü, uyku girmedi gözüne. Arada bir dalıyor, sıçrayarak uyanıyordu. Kısmetler böyle bağlanmazdı, biliyordu bunu, ama ya doğruysa?

Sabah olduğunda kararını vermişti. Uşağını geri dönemeyeceği bir yere yollayacak, ondan kurtulacaktı. Bunu yapmak zorunda kaldığı için kendinden utanıyordu ama işi sağlama almak lâzımdı. O ihtiyarı bulup kellesini vurdurmayı bile düşündü bir ara. Ama en ehveni Ahmet’i yollamak, ondan ve bu kısmet meselesinden kurtulmaktı.

Alelacele bir mektup yazdı, uşağını çağırttı. Karşısında durup kendisine şaşkın şaşkın bakan zavallı zenci uşağın gözlerine bakmaya çekiniyordu. Yüzünü pencereye döndü, elindeki mektubu gösterdi uşağa.

- Ahmet, dedi, şimdi bu mektubu alacaksın ve hiç durmadan yürüyeceksin. Bunu güneşe götürmeni istiyorum senden. Bu hepimiz için çok önemli. Sakın bu mektubu vermeden geleyim deme!

Neye uğradığını şaşıran uşak, çaresiz emre itaat etti. Yol hazırlığını yaptı, mektubu sıkı sıkı sarıp sarmaladı, koynuna sakladı ve yola düştü. Hiç durmadan yürüyecekti, mektubu güneşe verecekti. Tastamam böyle demişti padişah. İyi de güneşi nasıl bulacaktı, bulsa da mektubu nasıl verecekti? Sıkıntı bastı Ahmet’i. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı, güneşin olduğu yöne doğru yürümeye karar verdi.

Yürüdü uşak. Aylarca yürüdü. Azığı bitti, elbiseleri parçalandı, ayakları kan revan içinde kaldı, o yürümeye devam etti. Koynundaki mektubu arada bir çıkarıp bakıyor, sağlam olduğunu görünce gülümseyerek yürümeye devam ediyordu.

Bu arada her şey yine eskisi gibiydi ülkede. Padişah mutluydu, güzel kızının üstüne daha çok titriyor, onu daha bir seviyordu. Halk huzur içindeydi, her yer pırıl pırıldı yine. Baharın gelişiyle beraber bütün ülke çiçeklerle donanmıştı. Prenses, evlenmesi için babasının niçin bu kadar acele ettiğine anlam veremese de, yağmurlar, çiçekler, cıvıl cıvıl kuşlar, bahar güzeldi işte…

Padişah Ahmet’in dönemeyeceğinden emindi. Çoktan ölmüş olmalıydı. Sadık bir uşaktı, verilen görevi yapmak için elinden geleni yapacaktı kuşkusuz. Ama güneşi bulmak, mektubu ona vermek, olacak şey miydi hiç? Zekâsına bir kez daha hayran oldu padişah.

Gün geçtikçe ümidi tükeniyordu uşağın. Üç mevsim geçmişti yola çıktığından beri. Bu güneşe varmak belli ki mümkün olmayacaktı. Koynunu yokladı, mektup sağlamdı. Kendisi kan revan içindeydi, tanınmayacak hale gelmişti ama olsun, mektup sağlamdı yinede. Son bir gayretle yürümeye çalışıyordu. Tepedeyken bir ırmak görmüştü, oraya kadar bir varabilse, kana kana bir içse buz gibi suyu, üç mevsim daha yürürdü Ahmet.

Irmağa yaklaştığında ayakları vücudunu taşıyamıyordu artık. Dizlerinin üstünde sürünerek geldi suyun kenarına. Avuç avuç içti. Başını soktu ırmağın serin suyuna. Avuçlarını bir kez daha daldırdı. Bir de kafasını kaldırdı ki ne görsün? Güneş işte orada, tam karşısında, ırmağın içinde bir mücevher gibi parlıyor ve öylece durup sanki kendisini görmesini bekliyordu.

Uşağın gidişinden beri beş mevsim dönmüştü ülkede. Dört bir yanda düğün hazırlıkları yapılıyor, tellallar prensesin düğününe bütün halkın davetli olduğunu haber veriyorlardı. Prenses sonunda sevebileceği bir adam bulmuştu. Çok uzaklardan bir ülkenin padişahıydı bu genç adam. Padişah kızının mutluluğunu gördükçe daha bir seviniyor, kısmetleri birbirine bağlamakmış, diyordu gülerek, kısmetleri birbirine bağlamak… Hani nerede?

Padişah çok sevmişti damadını. Uşak değildi her şeyden önce, hele zenci hiç değildi. Hem onda yıllardır tanıdığı birinin kokusu vardı sanki. Üstelik bu padişah her kimse, çok zengin biri olmalıydı. Prensese hediye ettiği bir tek mücevher, o zamana kadar verilenlerin hepsine bedeldi çünkü. Nihayet günü geldi, muhteşem bir düğün yapıldı ülkede.

Düğünün üçüncü gününün akşamıydı. Padişah ve yeni evliler akşam yemeğinde birlikteydiler. Padişahın hemen yanında damadı ve tahtının vârisi, karşısında karısı, onun yanında sevgili kızı… Mutluluk buydu işte!

Bir yandan sohbet edip gülüşüyorlar, bir yandan yemeklerini yiyorlardı. Genç damat kılıç kullanmayı nasıl öğrendiğini anlatıyor, av maceralarından bahsediyor, masadakileri kahkahaya boğuyordu. Bir ara eline bir bıçak aldı, ilk kılıç kullanmaya başladığı zamanlardaki acemiliklerini anlatıyordu. Elinden düşürdüğü bıçağı almak için eğildiğinde padişahın kendisine baktığını fark etti. Prenses kahkahalar atıyordu. Birden doğrulup açılan belini kapattı. Ama belindeki siyahlık gözünden kaçmamıştı padişahın.

O gece yine uyuyamadı padişah. Kendisi gibi bembeyaz bir adamdı damadı, ama beli bir zencininkinden farksızdı. Ahmet’i hatırlamaya çalıştı, yüzünü, konuşmasını, gülüşünü… Benziyorlar mıydı, böyle bir şey olabilir miydi? Olamazdı tabi. Hem o kadarda benzemiyordu. Ama genç adam neden telaşla belini kapatmıştı.

Yatağına tekrar uzandı, gözlerini tavana dikti. Kısmetleri birbirine bağlayan ihtiyarın yüzünü gördü. Gülüyordu. Çıldırdığını düşündü bir an. Gözlerini kapatıp, tekrar açtı, ihtiyar yoktu. Derin bir nefes aldı, hele bir sabah olsun, dedi, bunu anlamanın bir yolu bulunur elbet.

Günün ilk ışıkları sarayın camlarına vurduğunda, prenses ve kocası çoktan bahçede gezmeye çıkmışlardı bile. Pencereden onları gören padişahın aklına bir plân geldi. Aceleyle üstünü giyindi, bahçeye çıktı. Onlara iyice yaklaştı, birini çağırır gibi arkadan seslendi:

- Ahmet!

Genç adam birden irkilerek dönüp padişaha baktı. Göz göze geldiler. Delikanlı gözlerini kaçırmaya çalışıyordu ama nafile. Çaresiz padişahın yanına gelip durdu, başından geçenleri anlatmaya başladı.

Güneşi bir ırmağın içinde bulmuştu. Mektubu vermek için suya daldığında içleri mücevher dolu, açık kapaklarından ışıltılar şaçan onlarca sandık görmüştü. Sudan çıktığında, kuşağının sımsıkı sardığı beli hariç, bütün vücudu bembeyazdı. Sandıkları bir bir ırmağın kenarına taşımış, oturup en son sandıktan çıkan mektubu okumuştu. Sonrası, sonrasını biliyorlardı zaten. Padişah hayretle doğruldu oturduğu yerden;

- Mektup, dedi, o mektup nerede şimdi?

- Hiç yanımdan ayırmadım ki, diye cevapladı genç adam koynundan çıkardığı mektubu padişaha uzatarak.

Padişah aceleyle mektubu açtı, okumaya başladı:

“Güneşe yazı yazılmaz, yazılan yazı bozulmaz!”
,
Yaşlı bir marangozun emeklilik zamanı gelmişti. Patronu olan mutahhide, artık işten ayrılmak istediğinden  bahsetti. Mutahaid bu iyi adamın ayrılmasına çok üzüldü. Ve ondan son bir ev daha inşa ettikten sonra işi bırakmasını rica etti. Marangoz kabul etti ve işe başladı ama çok isteksizdi. Baştan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzemeler kullandı. Evi bitirdikten sonra eve bakmaya gelen patronu dış kapının anahtarını marangoza uzattı. Ve “Artık bu ev senin” dedi. “sana benden hediye”


Marangoz öylesine şaşırmış ve utanmıştı ki…. İçinden, “keşke yaptığım evin kendi evim olduğunu bilseydim! Diye geçiriyordu. “Hayat bir kendin yap tasarımıdır” demiş biri. Bu günkü davranış ve seçimlerimiz yarın yaşayacağımız evi kurar.

23 Temmuz 2013 Salı

,

Doğuştan Kör..

Ingiltere'de Brooklyn köprüsünde bri bahar günü kör bir adam dilencilik yapiyormuş. Dizlerinin üzerindeki tabelada ise büyük harflerle DOĞUŞTAN KÖR yazılı imiş.

Köprüden geçen bir çok insan bu acıklı manzaraya rağmen dilenciye para vermeden köprüden geçip giderken bir reklamcı durumu görmüş. Dilencinin dizleri üzerindeki DOĞUŞTAN KÖR yazılı tabelayı eline almış, arkasını cevirip bri şeyler yazdıktan sonra tekrar dilencinin dizelerine bırakmış.

Ve ne olduysa o yazıdan sonra olmuş... Köprüden geçen ve tabeladaki yeni yazıyı okuayn herkes dilencinin önündeki şapkaya para atmaya başlamış.
Reklamcının yazdığı o tek cümle dilencinin şapkasının para ile dolup taşmasını sağlamış. Ne mi yazmış reklamcı tabelaya:

"GÜZEL BİR BAHAR GÜNÜ, AMA BEN BAHARI GÖREMİYORUM.."
,

GÖKKUŞAĞI
Dünyanın bütün renkleri bir gün bir araya toplanmışlar ve hangi rengin en önemli en özel olduğunu tartışmaya başlamışlar:

YESIL demiş ki: "Elbette en önemli renk benim..ben hayatin ve umudun rengiyim.. çimenler, ağaçlar, yapraklar için seçilmişim.. şöyle bir yeryüzüne bakin, her taraf benim rengimle kaplı..."

MAVI hemen atılmış: "Sen sadece yeryüzünün rengisin..ya ben? Ben hem gökyüzünün hem denizin rengiyim. Gökyüzünün mavisi insanlara huzur verir, ve huzur olmadan siz hiçbir ise yaramazsınız"

SARI söz almış: "Siz dalga mi geçiyorsunuz ?Ben bu dünyaya sıcaklık veren rengim..güneşin rengiyim.. ben olmazsam soğuktan donarsınız hepiniz"

TURUNCU onun sözünü kesmiş: "Ya ben?? Ben sağlık ve direncin rengiyim.. insan yaşamı için gerekli vitaminler hep benim rengimde
bulunur.. portakalı,havucu düşünün.. ben pek ortalarda görünen bir renk olmayabilirim ama güneş doğarken ve batarken gökyüzüne o güzel rengi veren de benim unutmayın"

KIRMIZI daha fazla dayanamamış: " Ben hepinizden üstünüm!!! Ben kan rengiyim!! Kan olmadan hayat olur mu!! Ben tehlike ve cesaretin rengiyim!!! Savaşın ve ateşin rengiyim!! Aşkın ve tutkunun rengiyim!!!Bensiz bu dünya bomboş olurdu!!!"

MOR ayağa kalkmış: "Hepinizden ustun benim.. ben asalet ve gücün rengiyim. Bütün krallar,liderler beni seçmişlerdir..ben otorite ve bilgeliğin rengiyim, insanlar beni sorgulamaz..dinler ve itaat ederler"

ve bütün renkler hep bir ağızdan kavgaya tutuşmuşlar...her biri diğerini itip kakıyor "en büyük benim" diyormuş... derken.. bir anda şimşekler çakmış,ve yağmur damlacıkları gökten düşmeye başlamış... bütün renkler neye uğradıklarını şaşırmış, korkuyla birbirlerine sarılmışlar.. ve YAĞMUR’UN sesi duyulmuş...
"Sizi aptal renkler..bu kavganızın anlamı ne, bu üstünlük çabanız neden? Siz bilmiyor musunuz ki her biriniz farkli bir görev için yaratıldınız, birbirinizden farklısınız ve her biriniz kendinize özelsiniz... simdi el ele tutusun ve bana gelin" Renkler bunun üzerine kendilerinden çok utanmışlar.. el ele tutuşup birlikte gökyüzüne havalanmışlar ve bir yay seklini almışlar.. Yağmur onlara "bundan böyle demiş.." her yağmur yağdığında siz birleşip bir renk cümbüşü halinde gökyüzünden yeryüzüne uzanacaksınız, ve insanlar sizi gördükçe huzur duyacaklar, güç bulacaklar..insanlara yarınlar için umut olacaksınız..... gökyüzünü bir kuşak gibi saracaksınız ve size GOKKUSAGI diyecekler.. anlaştık mı?"

Bu yüzden ne zaman dünyamız yağmurla yıkansa,ardından gökyüzünde
GÖKKUSAGI belirir...

20 Temmuz 2013 Cumartesi

,
Hindistan da çok ünlü bir ressam varmış...
Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz kabul edecek kadar beğenirmiş... Ve onu "Renklerin Ustası" anlamına gelen Ranga Çeleri olarak tanısa da; kısaca Ranga Guru derlermiş...
Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi ise artık eğitimini tamamlamış ve son resmini yaparak Ranga Guru'ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş...
Ranga Guru ise;
- Sen artok ressam sayılırsın Racaçi.. artık senin resmini halk değerlendirecek. diyerek resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş. Yanına da kirmizi bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş. Raciçi denileni yapmiş... Ve birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş ki, tüm resim çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor... Çok üzülmüs tabii. Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo kırmızıdan bir duvar sanki.. Alıp resmi götürmüş Ranga Guru'ya ve ne kadar üzgün oldugunu belirtmiş.
Ranga Guru üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Raciçi yeniden yapmış resmi ve gene Ranga Guru'ya götürmüş. Tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş Ranga Guru... Ama bu defa yanına bir palet dolusu çesitli renklerde yaglı boya, birkaç fırça ile birlikte... Ve yanına insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile birlikte bırakmasını istemiş.
Raciçi denileni yapmiş...
Birkaç gün sonra gittigi meydanda görmüs ki resmine hiç dokunulmamış, firçalar da, boyalar da kullanılmamış... Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru'ya gitmiş ve resme dokunulmadığını anlatmış..
Ranga Guru ise;
Sevgili Raciçi, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanaği ile karşılaşabileceğini gördün...
Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı...
Oysa ikinci konumda onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarını istedin... yapıcı olmak eğitim gerektirir... Hiç kimse bilmedigi bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi...
Sevgili Raciçi Mesleginde usta olman yetmez, bilge de olmalısın.. Emeğinin karşılığını ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın... Onlara göre senin emeğinin hiç bir değeri yoktur...
Sakin emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartişma...

11 Temmuz 2013 Perşembe

,

Profesör elinde içi dolu bir bardak tutarak dersine başladı.
Herkesin göreceği bir şekilde tutuyordu ve ardından sordu.
-”Bu bardağın ağırlığı sizce ne kadardır?”
-50gm!’ …. ’100gm!’ …..’125gm’..diye öğrenciler yanıtladı.
-”Bardağı tartmadıkça gerçekten ben de bilemem, ” dedi profösör, “ama, benim sorum şu ki :”Bu
bardağı böyle birkaç dakikalığına tutsaydım ne olurdu?”
-’Hiçbir şey’ diye yanıtladı öğrenciler.
-”Tamam peki 1 saat boyunca tutsaydım ne olurdu?” diye sordu profesör bu kez.
-”Kolunuz ağrımaya başlardı efendim” diye öğrencilerden biri yanıtladı
-”Haklısın, peki şimdi ben 1 gün boyunca tutsam ne olurdu?”
-”Kolunuz iyice ağrır, kas spazmı, batar vs gibi sorunlar yaşardınız ve hastaneye gitmek zorunda kalırdınız!”.

Tüm öğrenciler çeşitli yorumlar yaptı ve gülüştüler.
-”Çok iyi. Peki tüm bu sorunlar olurken bardağın ağırlığında bir değişme olur muydu?”diye sordu profesör.
-”Hayır.” diye yanıtladı herkes.
-Peki o zaman kolun ağrımasına ve kas spazmına neden olan neydi?
Öğrenciler bulmaca çözermişçesine düşünmeye başladılar.
-”Acıdan ve ağrıdan kurtulmak için ne yapmam gerekir bu durumda?”diye tekrar profesör sordu.
-”Bardağı bırakın düşsün!” diye öğrencilerden biri yanıt verdi.
-”Kesinlikle! ” dedi, profesör.
“Hayatın problemleri de böyle bir şeydir. Onları kafanda birkaç dakika tutarsın. Bir sorun yokmuş gibi görünür. Uzun bir süre düşünürsün. Başınız ağrımaya başlar.Daha uzun düşünün. Artık seni bitirmeye ve hiçbir şey yapamamana neden olur.Hayatınızdaki mücadeleleri ve problemleri düşünmek önemlidir,Fakat DAHA ÖNEMLİSİ onları her günün sonunda, uyumadan önce yere bırakmaktır (bardak gibi). Bu şekilde strese girmez, ve her gün taze bir beyin ile uyanır ve her konuyla ve yolunuza çıkan her mücadele ile başa çıkabilecek güçte olursunuz!
“Bardağı yere bırakın bugün!”

4 Temmuz 2013 Perşembe

,
 
Vaktiyle bir vezir, padişah katında hatırının kırılmayacağına inanarak kendisinden şöyle bir ricada bulundu:
- Sultanım benim iki tane karım, her birinden de üçer çocuğum var Karılarımın hangisinin analık duygularının daha kuvvetli olduğunu merak ediyorum Malımı da buna göre vasiyet edeceğim Şunları bu konuda bir sınamanız mümkün mü?
Padişah, veziri sevdiği için gönlünü yapmak istedi Hanımlarından birini çağırttı ve dedi ki:
- Ey hatun, benim vezirim olan senin kocan, gözdelerimden birini baştan çıkarmış Bunun cezası aslında ölümdür Ama sen kocanı affedersen idamdan vazgeçip onu sevgilisiyle beraber ülke dışına sürgün edeceğim
Kadının gözlerinde intikam alevi parladı:



- istemem, bana yar olmayan başkasına da yar olmasın! Asın, ipini de bana çektirin!
Padişah daha sonra vezirin öbür karısını çağırttı Ona da aynı şeyi söyledi Vezirin ikinci karısı tam tersine bir tavır takındı:
- Aman sultanım, ben kocasız kalmaya razıyım, ama çocuklarım babasız kalmasın, idam edeceğinize sürgün edin de çocuklarım babalarıyla bir gün kavuşma ümidini kaybetmesinler,
,
 
Bir hükümdar maiyetiyle birlikte ülkesinde bir gezintiye çıkmıştı Yolu üzerindeki bir köyde çok yaşlı bir adamın tarlasına fidan dikmekle meşgul olduğunu gördü İhtiyara uzaktan seslendi:
- Baba, sen ne diye fidan dikmeye uğraşıyorsun? Maşallah yaşını yaşamışsın, bu diktiğin fidanların meyvesinden herhalde yiyemezsin
İhtiyar cevap verdi:
- Bu diktiğim fidanların meyvesini bizim yememiz şart değil evlat Biz nasıl bizden öncekilerin diktiği fidanların meyvesinden yedikse, bizim diktiğimiz fidanların meyvesini de bizden sonrakiler yer
Bu cevap hükümdarın hoşuna gitti ve ihtiyara bir kese altın verilmesini emretti
İhtiyar bu ihsanı karşılıksız bırakmadı:
- Gördün mü evlat, bizim diktiğimiz fidanlar şimdiden meyve verdi
Bu cevap da hükümdarın hoşuna gitti, bir kese daha altın verilmesini emretti
Yaşlı köylü sıradan biri değildi Çarıklı erkânı harp diye nitelenen kişilerden biriydi:
- Evlat herkesin diktiği fidan yılda bir defa meyve verir, bizim diktiğimiz fidan yılda iki defa meyva verdi

Bu diplomatça cevap da hükümdarın hoşuna gitti ve bir kese daha altın verilmesini emretti Ama bu defa vezir araya girdi ve hükümdarı uyardı:
- Aman sultanım bir an önce buradan uzaklaşalım Bu ihtiyar bu gidişle tarlasına fidan dikmek yerine, devletin hazinesine darı ekecek

29 Haziran 2013 Cumartesi

,
Bir kral halkı için geniş bir yol yaptırmaya karar verdi.Yapımı tamamlanan yolu halka açmadan önce, bir yarışma düzenlemeye karar verdi.
İsteyenin bu yarışmaya katılabileceğini ilan ettiren kral, yoldan en güzel geçecek kişiyi belirleyecegini söyledi.
Yarışma günü, insanlar akın ettiler.
Bazıları en güzel arabalarını,
bazıları en güzel elbiselerini getirmişti: Kadınlardan kimileri saçlarını en güzel biçimde yaptırmıştı, kimi de yanlarında en güzel yiyecekleri getirmişti.
Gençlerden bazıları spor kıyafetler içinde yol boyunca koşmaya hazırlanıyordu.
Nihayet, tüm gün insanlar yoldan geçtiler, fakat yolu kat edip tekrar kralın yanına döndüklerinde hepsi aynı şikayette bulundu:
Yolun bir yerinde büyükçe bir taş ve moloz yığını vardı ve bu moloz yığını yolculuğu zorlastırıyordu.
Günün sonunda yalnız bir yolcu da bitiş çizgisine yorgun argın ulaştı. Üstü başı toz toprak içindeydi, ama krala büyük bir saygıyla yönelerek elindeki altın kesesini uzatti:
"Yolculugum sırasında, yolu tıkayan tas ve moloz yığınını kaldırmak için durmuştum. Bu altın kesesini onun altında buldum. Bu altınlar size ait olmalı."
Kral gülümseyerek cevap verdi:
"O altınlar sana ait delikanlı."
"Hayır, benim değil. Benim hiçbir zaman o kadar çok param olmadı."
"Evet" dedi kral. "Bu altınları sen kazandin, zira yarışmanın galibi sensin. Yoldan en güzel geçen kişi sensin. Çünkü, yoldan en güzel geçen kişi, ardından gelenler için yoldaki engelleri kaldıran kişidir ! "
,

Kendisinin, hayatın, olayların, gidişatın farkında olmalı.
Farkı fark etmeli, fark ettiğini de fark ettirmemeli bazen
Bir damlacık sudan nasıl yaratıldığını fark etmeli
Anne karnına sığarken dünyaya neden sığmadığını ve en sonunda, bir
metrekarelik yere nasıl sığmak zorunda kalacağını fark etmeli.
Şu çok geniş görünen dünyanın ahirete nispetle anne karnı gibi olduğunu
fark etmeli.

Henüz bebekken "Dünya benim" dercesine avuçlarının sımsıkı kapalı olduğunu,
ölürken de aynı avuçların "Her şeyi bırakıp gidiyorum işte" dercesine
apaçık kaldığın fark etmeli.
Ve kefenin cebinin bulunmadığını fark etmeli.
Azrailin her an sürpriz yapabileceğini,nasıl yaşarsa öyle öleceğini fark etmeli
Yaratılmışların en güzeli olduğunu, fark etmeli ve ona göre yaşamalı
Gülün hemen dibindeki dikeni,dikenin hemen yanı başındaki gülü fark etmeli
Evinde kedi, köpek beslediği halde, çocuk sahibi olmaktan korkmanın
mantıksızlığını fark etmeli

Dolabında asılı 25 gömleğinin sadece üçünü giydiğini ama arka sokaktaki
komşusunun o beğenilmeyen gömleklere muhtaç olduğunu fark etmeli.
Annesinden doğarken tertemiz teslim aldığı gırtlağını, 60-70 yıl sonra
sigara yüzünden Azrail’e soba borusu gibi teslim etmenin emanete hıyanet
sayılacağını fark etmeli

63 yıldır hiç karnı doymayan bir Peygamber’in ümmeti olarak beslenme
yüzünden sarkan göbeğini fark etmeli. İnsan fark etmeli ki.
Ömür dediğin üç gündür, dün geldi geçti, yarın meçhuldür
O halde ömür dediğin bir gündür, o da bugündür

26 Haziran 2013 Çarşamba

,
TAŞA YAZILAN İYİLİK
   İki arkadaş çölde yürümektedir. Yolculuğun bir noktasında tartışmaya başlarlar ve biri diğerine tokat atar. Tokadı yiyen canı acır ama kuma şöyle yazar: “Bugün, en iyi arkadaşım beni tokatladı.” Bir süre yürüdükten sonra bir nehre denk gelirler ve suya girmeye karar verirler. Tokadı yiyen, suda boğulmaya başlar. Ama arkadaşı onu kurtarır.
   Boğulmaktan kurtulduktan sonra bir taşa şöyle yazar: “Bugün, en iyi arkadaşım hayatımı kurtardı.”
   Arkadaşına tokat atan ve sonra da onun hayatını kurtaran sorar: “Canını acıttığımda kuma yazdın, neden şimdi taşa?”

   Diğeri cevaplar: “ Birisi canımızı acıttığında kuma yazmalıyız ki, bağışlama rüzgarı onu silebilsin. Ama biri bizim için iyi bir şey yaparsa taşa kazımalıyız ki, hiçbir rüzgar onu silemesin.”
   “Acılarınızı kuma ve iyiliklerinizi taşa yazmayı öğrenin.”