İNSAN Ve KALEM

insan ve kaleme dair

26 Eylül 2013 Perşembe

,
Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Yaşamındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi.
Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.

- ‘Tadı nasıl?’ diye soran yaşlı adama öfkeyle:
- ‘Acı’ diye cevap verdi. Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:
- ‘Tadı nasıl?’ ‘Ferahlatıcı’ diye cevap verdi genç çırak.
- ‘Tuzun tadını aldın mı?’ diye sordu yaşlı adam, ‘Hayır’ diye cevapladı çırağı. Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:
- ‘Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış.’
,

Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi’nden başarılı dönmüştü. Bütün halk toplanmış
onu şehre girerken alkışlamak için sabırsızlanıyordu. Ama Padişah, gece olmadan şehre girmek istemiyordu. Bunun sebebini herkes merak ettiği halde hiç kimse sormaya cesaret edemiyordu.
Sonunda büyük alimlerden olan İbni Kemal:
“Padişahım, bir maruzatım var,” dedi.
Padişahın:
“Efendi, ne istediğin varsa hiç çekinmeden söyle,” demesi üzerine İbni Kemal cevabı merak edilen soruyu şöyle sordu:
“Askerler merakta, bütün halk sokağa dökülmüş, sizi alkışlamayı beklerken siz hala şehre girmezsiniz. Bunun sebebi hikmeti nedir?”
Yavuz şu şahane cevabı verdi:
“Efendi, sen bizi hala tanıyamadın mı? Biz; şan, şöhret ve alkış toplamak için değil,
Allah rızasını kazanmak için savaşırız.”
,
Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar. İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için. Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlar ki, su’ya aşık olmuştur. İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar, “Sırf senin hatırın için ey su” diye… Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı birşeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki, çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.

Günler ve aylar birbirini kovalalar ve çiçek acaba “Su beni seviyor mu?” diye düşünmeye başlar. Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle… Halbuki çiçek, alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz. Çiçek, suya “Seni seviyorum der. Su, “Ben de seni seviyorum” der. Aradan zaman geçer ve çiçek yine “Seni seviyorum” der. Su, yine “Ben de” der. Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler… Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz etrafa ve son kez suya “Seni seviyorum.” der. Su da ona “Söyledim ya ben de seni seviyorum.” der ve gün gelir çiçek yataklara düşer.
Hastalanmıştır çiçek artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin. Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine… Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla başını döndürerek çiçek, suya der ki; “Seni ben, gerçekten seviyorum.” Çok hüzünlenir su bu durum karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır nedir sorun diye…
Doktor gelir ve muayene eder çiçeği. Sonra şöyle der doktor: “Hastanın durumu ümitsiz artık elimizden birşey gelmez.” Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir bakar suya ve der ki: “Çiçeğin bir hastalığı yok dostum… Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için” der.
Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece “Seni seviyorum” demek yetmemektedir.

Asim Yildirim - CENNETİM OLUR MUSUN?


19 Eylül 2013 Perşembe

,
Genç adamın biri, dermiş babasına her gün; “Benim de dostlarım var, sendeki dost gibi” Baba, itiraz eder... Olmaz öyle çok dost, hakikisi belki bir, belki iki. Fazlasını bulamazsın gerçek, hakiki... Devam eder durur konuşma... Aralarında başlar bir tartışma. Karar verirler bir sınava. Dostun hakikisini anlamaya... Bir akşam bir koyun keserler, Ve koyarlar çuvala. Baba der ki oğluna, 'Hadi al bu çuvalı, şimdi götür dostuna'. Çuvaldan kanlar damlamakta! Sanki öldürmüşler de bir adamı, koymuşlar çuvala. Dıştan böyle sanılmakta. Delikanlı sırtlar çuvalı, Gider en iyi bildiği dostuna, çalar kapıyı. O dost, bakar ki bir çuvala hem de kanlı, Kapar hızla kapıyı delikanlının suratına, almaz içeri arkadaşını, böylece tek tek dolaşır delikanlı, kendince tanıdığı, sevdiği dostlarını. Ne çare, hepsinde de sonuç aynıdır. Evlat geriye döner. Ama içten yıkılır... Babasına dönerek; “haklıymışsın baba” der. “Dost yokmuş bu dünyada ne sana, ne de bana. Baba 'Hayır Evlat 'der, benim bir dostum var bildiğim. Hadi, çuvalı alda bir kerede git ona. Genç adam, çuvalı sırtlar tekrar. Alnından ter, çuvaldan kanlar damlar... Gider, baba dostuna. Kabul görür, sevinir. O dost, delikanlıyı alır hemen içeri. Geçerler arka bahçeye. Bir çukur kazarlar birlikte, Çuvaldaki koyunu gömerler adam diye, Üzerine de serpiştirirler toprak. Belli olmasın diye dikerler sarımsak... Genç adam gelir babasına; 'Baba, işte dost buymuş' diye konuşunca, Babası; 'daha erken, o belli olmaz daha. Sen yarın git O'na, çıkart bir kavga, Atacaksın iki tokat, hiç çekinmeden ona, işte o zaman anlaşılacak, dostun hakikisi. Sonra
gel olanları anlat bana...' Genç adam, aynen yapar babasının dediğini.. Maksadı anlamaktır dostun hakikisini, babasının dostuna istemeden basar iki tokadı! Der ki tokadı yiyen DOST; 'Git de söyle babana, Biz Satmayız Sarımsak Tarlasını Böyle İki Tokada!’ Hakiki Dost Sevilecek biri olmadığın zamanlarda bile Seni Sevmeli... Sarılacak biri olmadığın zamanlarda bile Sana Sarılmalı... Dayanılmaz olduğun zamanlarda bile Sana Dayanmalı... Dost dediğin; Bütün dünya seni üzdüğünde Sana moral vermeli. Güzel haberler aldığında seninle dans etmeli, Ve ağladığında, seninle ağlamalı... Ama hepsinden daha çok; Dost matematiksel olmalı; Sevinci çarpmalı... Üzüntüyü bölmeli... Geçmişi çıkarmalı... Yarını toplamalı... Kalbinin derinliklerindeki ihtiyacı hesaplamalı... Ve her zaman bütün parçalardan daha büyük olmalı... İşi bitince seni bir tarafa atmamalı...

14 Eylül 2013 Cumartesi

,

  Ömür boyunca aramak.. Yalnız seni aramak. Paslı teneke kutularda, küf kokan dolaplarda, çerçevelerde, tenhalarda, sonra vapurlarda, trenlerde hep seni aramak. Belki bu şehirde değilsin. Ne çıkar? Seni arıyorum ya. Belki de aynı sokakta evlerimiz, sabahları beni görüyorsun işime giderken. Sonra akşamı bekliyorsun, alacakaranlığı… Beni bekliyorsun ya da bir başkasını, bir başkasını.


 Hiç gel demeyeceğim sana. Aramak neredeyse ben oradayım. Ayaklarım ne güne duruyor? Yok yok birden karşıma çıkma. Kaç, saklan. Seni aramak istiyorum.


 Git bu şehirden haydi git. Dağlara çık, o uzak dağlara. Rüzgârların krallığında hüküm sür. Baktın ki oraya da geldim yine kaç. Başını al, açıl denizlere. Gemilerin en güzeli, en büyüğü dilediğin limana götürmeli seni, dilediğin yerde demir atmalı. Ben küçük bir balıkçı kayığı ile peşinden gelsem yeter. Seni arıyorum ya!


 Bir yıl, beş yıl, on yıl değil; beşikten mezara kadar aramalı insan, ama ne aradığını bilmeli. Yaklaşıp uzaklaşmalı aradığından. Okyanus dalgaları üstünden bir küçük tekne gibi alçalıp yükselmeli. Yalınayak koşmalı yollarda, ayaklarını sivri taşlar kesip kanatmalı. Çöllerden geçmeli yolu, yanmalı, kavrulmalı. Sonra gözün alabildiğine ak, soğuk ülkelere düşmeli. Buzlar kırılmalı ayaklarının altında, üstüne kar yağmalı.


 Bir gün bulacaksam bile parça parça bulmalıyım seni. Ayaklarını Afrika’dan getirip bir kâğıt üzerine yapıştırmalıyım, saçların Sibirya’da olmalı, dudakların Çin’de. Gözlerin Hindistan’da bir mabudun gözleri olmalı, ellerin İtalya’da bir heykelin elleri. Bulsam da seni parça parça bulmalıyım.


 Yine de bir yerin eksik kalmalı.


 Yeniden yollara düşmeliyim, onu aramalıyım.


 Ve tam seni tamamladığım anda ölmeliyim


 ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN
,
Babasının bakkala götürdüğünde mutlu olanlar çocuklar gibiydim kalbim beni yanına sürüklediğinde. Hersey cocuksu tozpembe ilerisini hiç düşünmeden o anki mutluluk vardı yüreğimde.
Aslında biraz da hüzün,acı.. Sanki babam istediğim şeyi almamıştı. Beni ucuz bir çikolatayla avutmuştu. Ama onun mutluluğuyla istediğimi alamadığımı unutmuştum o an. İstediğim tamamıyla sendin aslında. Seninle 24 saatimi geçirmek ve senle ölmek. Oysa hayat sadece seni gösterip geri çekmişti ve sadece o aşkı vermişti bana.. Kimbilir belkide bunu yaşayabilmek de bir ayrıcalıktı. Seni tek taraflı sevebilmek de...

Babamın hergün aldığı ucuz çikolataları yemenin verdiği mutluluk gibi alışmıştım seni sevmeye. Bir süre sora yetmez oldu, daha iyisini daha pahalısını istedim. Senin tam anlamıyla benim olmanı istedim.Ama hayat istemedi bunu yada sen. Çikolatalarımdan bir haz alamaz oldum. Nerden bilebilirdimk i bakkalın tarihi geçmiş çikolata sattığını? Nerden bilebilirdim ki hayatın beni tarihi geçmiş, senin gözünde değeri olmayan bir aşkın içine sürüklediğini.. Çikolataların beni zehirlediğini..

Anlıyorum şimdi babamı. Bize pahalı gelirmiş, öyle şeyler bünyemiz kaldırmazmış, günübirlik aşk dedikleri şeyi bizimkisi herkesin aldığı güzel çikolatalar değilde tarihi geçmiş sewdalardan başkası değilmiş. Sen hergün farklı bir çikolata yemeye dewam ederken bizim hala o eski çikolatalayı yememizmiş hergün dahada zehirlenmemizmiş. Birgün tarihi geçmiş bir çikolata yeyip zehirlenmemen dileğiyle..